HOBİDEN MESLEĞE FORM VE FONKSİYON

Heykeltıraş, Cup of Joy’un kurucu ortağı ve aynı zamanda iki çocuk sahibi bir anne olarak hayatta birçok farklı şapkası bulunan Ebru Döşekçi ile hafta içi İstanbul’un en güzel noktalarından biri olan Bebek sahilinde buluştuk.
HOBİDEN MESLEĞE FORM VE FONKSİYON

Sohbet eşliğinde güzel şehrin sokaklarında gezerken soluğu Ebru Döşekçi’nin heykel atölyesinde aldık. Kendisinin kutsal alanı olarak gördüğü atölyeye davet edilmiş olmanın vermiş olduğu mutlulukla, Ebru Döşekçi’yi çalışma ortamında hayranlıkla izledik.


Ebru Döşekçi, sizi ismini duyurmuş bir heykel sanatçısı ve başarılı bir girişimci olarak tanıyoruz. Baktığımız yerden her şey çok keyifli gözüküyor. Bize biraz kendinizden ve şu an olduğunuz noktaya gelene kadar ki süreçten bahseder misiniz?


Heykele başlamadan önce profesyonel hayatın içinde çalışıyordum. 2000 yılında bir arkadaşım bir heykel atölyesi açmıştı. Onun yanına gidip geliyordum. Bir süre sonra oraya gitmekten kendimi alamamaya başladım. Bir taraftan çalışıyor, bir taraftan heykel yapıyordum. Zamanla heykel bir hobi olmaktan çıktı ve işimi bırakıp heykeli hayatımı devam ettirebileceğim bir şey haline getirebilir miyim diye düşünmeye başladım.


İşyerinde çalışırken orada çalışmaktan mutlu olmadığımı bana müdürüm söyledi. Bu benim farkında olmadığım bir şeydi. Farkında değildim çünkü yaptığım iş medya ile alakalıydı. Ölçümler, medya anlaşmaları, televizyonlarla görüşmeler… Ama elinde hiçbir şey kalmıyor. Bir gün o reklam çıkıyor ertesi gün yok, yani yapıyorum uğraşıyorum ama ne elime alabiliyorum ne de sonucunu reel olarak görebiliyorum. Neden mutlu olmadığımla alakalı düşününce bunun farkına vardım. İnsan çalışırken, hayatın içinde fark etmiyor ve hayat böyle diye düşünüyor. Onu fark ettiğimde asıl nerede mutlu olduğumu zaten görmüştüm. Heykel yapmak çok keskin bir karardı o anlamda. Yaptığım işte kariyerim, ünvanım ve iyi bir gelirim olmasına rağmen bunların hiçbirinin beni tatmin etmediğini fark ettim. Heykel yapmanın ise beni her şeye rağmen daha çok mutlu ettiğini gördüm, o yüzden de heykel yapmaya karar verdim.


Ebru Döşekçi

Heykeltraş olmaya karar verdikten sonraki süreciniz nasıl ilerledi?


Alaylı olmak yani bir atölyeye gidip çalışmak orada üretmek tamamdı ama bu işin teorik boyutunun, bir öğrenci olarak da bana bir şeyler kazandırabileceğini düşündüğüm için okumaya karar verdim.


Plastik sanatlar bölümünde okudum. Benim okuduğum okulda plastik sanatlar bölümünde heykel dersleri verilmiyordu o yüzden heykel derslerini farklı bir üniversiteden aldım. O süreçte iki farklı üniversiteye gidiyor ve farklı dersler alıyordum. O sıralar bir çocuğum vardı ve hemen arkasından ikinci çocuğuma da hamile kaldım. Yani çok yoğun bir süreç geçirdim. Şu an geri dönüp baktığımda nasıl yapabilmişim dediğim bir süreçti. Nasıl cesaret ettim, şu anda cesaret edebilir miydim bilmiyorum. O zaman heykele karşı öyle bir büyük bir aşk vardı ki içimde, yaptığım şeyin cesur olduğunun farkında değildim.


Atölye, kendiniz olabildiğiniz ve sizin için kutsal bir yer diyebilir miyiz?


Atölye bana kimsenin bir şey söylemediği, nerede duracağıma, nerede devam edeceğime, ne büyüklükte, ne renkte, ne yapacağıma sadece benim karar verdiğim bir yer. Çünkü burada tamamen kendi başımayım. Telefonumu da kapatıyorum, hiç kimse, hiçbir şey beni rahatsız edemiyor. İstersem uyuyorum, istersem çalışıyorum, istersem dans ediyorum, istersem kitap okuyorum. Hayatımda çok insan var, çok insan olduğu için aslında yalnızlık özgürlüğü benim için çok önemli. Yalnızlık özgürlüğünü ancak atölyede bulabiliyorum. O yüzden atölye benim en özgür olduğum yer.


Cup Of Joy Cup Of Joy


Kurumsal hayat sonrasında radikal bir kararla heykel okumaya başladığınızdan bahsettiniz, peki Cup of Joy bu hikayenin hangi dönemine denk geliyor?


2005’te okulu bitirdim, ondan sonra 2006’da Deniz doğdu. 2008’de de ilk sergimi açtım yanlış hatırlamıyorsam. O ilk sergiden sonra zaten hiçbir şeyin hayal ettiğim gibi olmadığını da gördüm. Çünkü sergide satış yapmadım. İşte o dönem zor bir süreçti, çocuklar okula gitmeye başlamıştı, ben kendime ait başka bir evde yaşıyordum. 2012’de başka bir düzene ihtiyacım olduğunu anladım. Hem zordu hem de çok güzel bir dönemdi çünkü tanınmaya başlamıştım. Güzel işler çıkartıyordum, yurtdışında sergi açmıştım. Şimdi ortağım olan dostum Suzan ile İngiltere’de bir sergiye gittiğimizde bir arkadaşımızın tavsiyesiyle bir kahveciye gittik ve o kahveciden büyülendik. Kahve çekirdeğinin de çok özel bir şey olduğunu, kavurmanın ayrı bir süreci, suyun ayrı önemi olduğunu öğrendik. Aynı şarap yapımındaki üzüm gibi… Bu öğrendiklerimizin de Türkiye’de eğitimi yoktu. Yurtdışından eğitimini almamız gerekiyordu, Türkiye’de bunu yapan çok insan da yoktu, bir iki kişi vardı sadece, onlar da bize çok destek oldular ilk etapta.


Ebru Döşekçi

Elinizi attığınız her konuda bir başarıya ulaşmış gibisiniz? Bu sizin için nasıl bir duygu?


Ben başarılı olduğumuzun yine farkında değildim. O bir süreç ve ben onun içindeyim, uzaktan bakıp ben başarılıyım veya biz başarılı olduk demedim hiçbir zaman. O iş neyi gerektiriyorsa o yapılıyor. Önümüze çok güzel bir fırsat çıkıyor, bizi heyecanlandırıyor ve onun için de tereddüt etmeden ilerliyoruz. İlk başta çok küçük bir yerken 6 şubeli 50’yi aşkın kişinin çalıştığı bir hale gelmesine inanamıyorum. Ben sanki buranın kurucusu, sahibi ya da ortağı değilmişim gibi geliyor. Her seferinde de dükkana gidip oturduğum zaman bir şaşkınlık oluyor. “Bu kahveyi aldık ve Etiyopya’dan getirdik.” deyip sanki kendim yapmamışım gibi şaşırıyorum.


Bir yere gelmek, bir planın içinde olmak ya da bir planla hareket etmek değil, bütün bunlar olurken o yolun içinde olmak beni heyecanlandırıyor. Yoksa Cup of Joy’un geldiği yer neresi ya da ondan memnun musun derseniz ben onu düşünmüyorum. O nereye gidiyorsa ben de oraya gidiyorum onunla beraber.


Defender

Sizi bütün bu alanlarda motive eden şey nedir?


Beni motive eden şey yolda olmak, yani o yoldan keyif almak benim için önemli. Yoksa yolun nereye gittiğiyle çok da ilgilenmiyorum. Orada başarılı olacak mıyım ya da beğeni alacak mıyım onu da bilmiyorum, o sırada ben mutluysam, o yolun üzerinde mutluysam benim için yeterli. Bu heykel için de Cup of Joy için de geçerli.


Tekrar heykeltraşlık kimliğinize dönersek, bize biraz eserlerinizden ve tasarım anlayışınızdan bahsedebilir misiniz?


Ben soyut heykel yapıyorum. Yaptığım heykeli form heykeli olarak tanımlayabilirim belki. Yani belli bir manifesto ya da arkasında büyük laflar söyleyerek meydana gelmiş işler değil. Bu heykeller formun kendisi. Rengi, matlığı, parlaklığı, yansımaları, içine aldığı ışık, gölgeleri, boşluğu, doluluğu, bunların her biri birer malzeme olarak aslında heykeli bir araya getiriyor. Yani sadece polyesterden formlar değil, bütün bu saydığım elementler heykele dönüşüyor. Ben, vermek istediğim duyguyu en az hareketle en çok lafı söyleyerek meydana getirmeye çalışıyorum.


Bir işin başına oturduğumda ne yapacağımı bilmiyorum aslında ama o akışta bir şey ortaya çıkıyor. Eğer sonuç çıkmıyorsa ben yine de yoldan zevk alıyorum. Yapıyorum, bozuyorum, devam ediyorum, o süreçte aslında ben bütün tatmini alıyorum. Gölge gelip gelmediğine bakıyorum, ışık vurduruyorum ışığın nereden çıktığına bakıyorum, buradan bir yarık açayım, buradan ışığı vereyim… Bunlarla uğraşırken, bütün bu yolu yaşarken zaten benim yapmak istediğim şey ortaya çıkıyor. Sonuçta o duyguyu ben ufacık dahi olsa karşıya verebilirsem, zaten başarmışım demek oluyor.


Land Rover Defender

Eserlerinizi nasıl tanımlarsınız?


Soyut heykelle duygu geçirmeye çalışıyorum aslında izleyiciye. Örneğin kelebek heykeli de yapmıştım zamanında. Herkes onun kelebek olduğu ve kelebeğin anlamı üzerinden bir şey söyleyebilir ya da bir şey hissedebilir ama soyut bir heykel üzerinden az önce konuştuğumuz gibi konuşabilmek daha zor.


Mesela o mavi eser de doğa formlarını soyutlayarak minimize etmek üzerine yaptığım bir çalışmaydı. O işin ismi “grace” yani türkçesi “mağrur”. Bana verdiği his mağrurluk. Kafası yok kanatları da çok yok, sadece kuyruğunda bir detayla, onun havada asılı kalmış haliyle onu çok mağrur bir kuş gibi hissediyorum. Yoksa o kendini böyle birebir bize anlatmıyor. Bütün o hayvan soyutlamalarında ya da şimdiki yaptığım soyutlamalarda ufacık detaylarla aslında yapmak istediğim şeyi anlattığımı sanıyorum.


Bahsettiğiniz bu eserlerin nasıl bir tasarım süreci oluyor? Bir eseri çıkarma süreciniz nasıl ilerliyor?


Heykelleri önceden bilgisayar üzerinden tasarlardım, daha sonra tasarladığım heykelleri atölyede gerçekleştirirdim. Bu durumda tasarlama süreci ve benim kafamda bitme süreci aslında bilgisayar başında oluyordu. Dolayısıyla da atölyeye geldiğimde sadece bu işin zanaat kısmı kalıyordu. Öyle olunca da atölyeye çok gelmek istemiyordum. Mükemmel bir şekilde bitirmek istiyordum o işi. Bilgisayarda ne çıktıysa onun aynısını yapmaya çalışıyordum. Aynısı çıkmayınca da üzülüyordum. Ama şimdi öyle değil, özgürce atölyeye giriyorum, bir blok alıyorum elime başlıyorum yontmaya, istediğim yerde duruyorum, istediğim yerde devam ediyorum.


Bu süreci ben lego oynamak gibi tanımlıyorum aslında. Üst üste koyuyorum, ayırıyorum, birleştiriyorum, sonucunda bir araba yapmaya, bir kale yapmaya, bir ev yapmaya çalışmıyorum. Ben bir çocuk gibi birleştiriyorum. O yolda aklıma ne geliyorsa, nasıl oluyorsa onu yapıyorum. Sonucunda da çıkan eser her şey de olabilir, hiçbir şey de olmayabilir..


Bir işin bittiğini anladığınız bir nokta oluyor mu veya bir iş ne zaman sizin için bitiyor?


Eğer isterseniz bir işi uzun uzadıya aylarca yapabilirsiniz. Elime bir kütle alıp aylarca aynı kütle üzerinde çalışabilirim. Artık aklıma ne gelirse, orasından oyarım, orasından mıncıklarım, her şeyi yaparım ama o iş yine de bitmiş olmaz. O bitiş anının ne zaman olduğunu ben de bilmiyorum. Bir şekilde bu oldu diyorum ve ona ben karar veriyorum. Aslında belki de sana sorsak sen bitmedi diyeceksin ama ben, o sırada bitmiş olduğuna karar veriyorum. O çok içgüdüsel bir şey, çok da düşünmüyorum bunları yaparken, kayıp gidiyor.


Hep aynı şeye baka baka insan, o baktığı şeyi görmez oluyor ama el hiçbir zaman yanılmıyor. Elinizle işe dokunduğunuz zaman o işin olup olmadığını el size söylüyor. Aslında heykelde göz ne kadar önemliyse el de o kadar önemli. El sizin gözünüz oluyor.


Heykeli sevmenizin sebebi de bu mu aslında?


Profesyonel hayattan uzaklaşmaktan kastım buydu aslında. Ben yapıyorum, çalışıyorum ama elimde hiçbir şey yok dediğim noktada neden heykeli sevdiğimi anladım. Çünkü ben bir şey yapıyorum ve o yaptığım şeyin karşılığını görüyorum. Sadece nesiller boyu kalsın diye değil, ben o anda onu gördüğümde aslında bütün harcadığım zamanın, eforun, her şeyin karşılığını alıyorum. Benim için en önemlisi o. Benimle aynı duyguyu paylaşan birisinin işlerime sahip olmak istemesi, bundan daha önemli ne olabilir ki. Bu paha biçilemez bir şey yani; kalıcılıktan ziyade daha çok aslında beni motive eden şey benim gördüğüm, beğendiğim, hissettiğim bir şeyin başkaları tarafından da aynı hisle karşılanıyor olması.


Zaman içinde eserlerinizin tasarım dilinde farklılıklar oluyor mu? Kendinizi nasıl yorumluyorsunuz?


Farklılaşıyor tabii, yani daha önce parlak, kaygan yüzeylerde daha feminen formlar, daha kaligrafik iken şu an da daha kütlesel bir form aldı işlerim. Benim elimden çıkmış iş, ister istemez kadınsal duygularla ortaya çıkıyor. Öte yandan eskiye göre daha maskülen işler yaptığımı düşünüyorum. Daha net formlarla daha ayakları yere basan işler yaptığımı düşünüyorum şu anda. Yine de çalışmalarımda ufak bir kıvrım, dişi bir hissiyat mutlaka bir yerinde oluyor.



Land Rover Defender Ebru Döşekçi

Şehir ile nasıl bir ilişkiniz var? Sanatçı, girişimci ve bir anne olarak şehir ve doğaya hayatınızda nasıl yer veriyorsunuz?


Şehri çok seviyorum, İstanbul’u çok seviyorum zaten. İstanbul da yaşamasam dünyanın başka bir yerinde yaşasam, yine şehirde yaşardım. Çünkü o şehrin dinamiğini, yeniliğini, sürekli kendini yenileyen halini kültürel anlamda ve sosyal anlamda kendimi beslemeyi seviyorum. Böyle beslendiğimi düşünüyorum.


Ama doğa apayrı benim için, toprak çok önemli ama tamamen toprağa, doğaya bağlı da yaşayamam. Yaptığım iş gereği yaşayamam zaten. Benim sürekli görmem, kendimi yenilemem lazım; müzeleri, sergileri, diğer sanatçı sohbetlerini kaçırmamam lazım.


Doğa benim için bir kaçış yeri aslında. Hep de aklımda var. Mesela sabah kalktığımda ilk iş balkona çıkar ve çiçekleri sular, kuru yaprakları toplarım. Eğer dışarı çıkacaksam mutlaka deniz kenarından giderim, yani aracım ile en yakın yoldan gitmem, denizi göreceğim yoldan giderim.


Hep doğanın bir şekilde bir yerinden tutmak isterim, zaten bütün tatil planlarım da öyledir yani hiç gidip de bir tatil köyünde zaman geçirmem yani mutlaka doğayla ilgili bir şey olması lazım. Yol seyahati ya da kamp olabilir. Tatillere de o hisle giderim ama hep şehre döneceğimi bilerek... Toprağı ve bitkileri çok seviyorum, eskiden de patlıcan, biber dikerdim her yere. Toprağa dokunmayı, bitkilerle ilgilenmeyi, onların açmasını, mevsim değişikliklerinde başka haller aldığını görmeyi, yeni tomurcuklandığını, tomurcukların çiçek açmasını, kokusunu yani bambaşka bir yaşam formuna şahit olmayı çok seviyorum.


Sizi farklılaştıran ne kadar çok tutkunuz var aslında, bir şekilde hepsi de birbiriyle ilişkili gibi.


Kahve ile ilgili konuşmaya başladığım zaman en az heykel kadar çok şey anlatabilirim çünkü hiç bitmeyen bir öğrenme süreci var ve hala daha ucu açık. Hala her gün kahveyle ilgili yeni şeyler öğreniyoruz, dünya öğreniyor yani. Çünkü bu da bir bitki. Bitki olduğu için çeşitleri var. Türleri, toprakla ilişkisi, güneşle ilişkisi, iklimle ilişkisi, bulunduğu coğrafyada çevresinde yetişenlerle ilişkisi… Yani küçücük bir bitkinin aslında doğduğu yer kaderi oluyor. Küçücük bir bitki aslında bahsettiğimiz ama içinde barındırdıklarıyla o kadar sonsuz bir şey ki... 2000 metrede yetişirse bambaşka bir sonuç elde ediyorsunuz, Afrika’da olursa başka. Katura cinsini yetiştirirseniz başka. Onların her birinin kombinasyonunu yaparsanız bambaşka. Bu bir yeşil çekirdek aslında meyvenin çekirdeği. Bu çekirdeği kavurma, sevk etme, saklama, demleme, su, barista gibi bütün değişkenleri koyduğunuz zaman aldığınız sonuç ise bambaşka.


Yani öğrene öğrene bitmiyor. O yüzden ben de öğrenmeye devam ettiğim ve bu bitti bu defteri kapattım diyemeyeceğim için bendeki tutku da bitemiyor. Kapatıp kenara koyamıyorum, heykelde de aynı şey geçerli.


Ebru Döşekçi

Kahve kavurma, kahve dükkanı işletmeyi bir meslek olarak görüyor musunuz?


Ben kahve yapmayı seviyorum. Onu öğrenmeye ve daha iyi olmaya çalışıyorum, öyle olunca da zaten hep bir öğrenci gibi o öğrenme isteği, tutku da devam ediyor.


Ama benim mesleğim heykel, benim hobim kahve :) Yani insanlar hobi olarak heykel yapıyor ya ben hobi olarak kahve yapıyorum. Ben hala onu bir iş gibi görmüyorum. Yani oraya gidip insanlarla sohbet etmek, kahveyi anlatmak, kahve yapmak, ikram etmek, beğendiklerini görmek beni tatmin ediyor.





Bu içerik, Land Rover için Calling Mag tarafından hazırlanmıştır.

BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

TUTKULARI İLE HAYATLARINA ŞEKİL VERENLER | KORAY BİRAND

TUTKULARI İLE HAYATLARINA ŞEKİL VERENLER | KORAY BİRAND

Sınırları zorlamayı seven, kullandığı her bir aracın limitlerini merak eden Koray Birand ile Kilyos’ta buluştuk. Pırıl pırıl bir gün doğumunda çekime kendi vazgeçilmezi Range Rover Evoque ile gelse de, kısa bir süre sonra Yeni Defender’ı kullandığında etkileneceğinden emindik.
TUTKULARI İLE HAYATLARINA ŞEKİL VERENLER | CENGİZ KOÇAK

TUTKULARI İLE HAYATLARINA ŞEKİL VERENLER | CENGİZ KOÇAK

Tutkuları ile hayatlarına şekil verenler serisinin bir sonraki ismi Cengiz Koçak. Türkiye’de ilk wingsuit atlayışını gerçekleştiren, profesyonel base-jumper sincap adam Cengiz Koçak’ın profesyonel spor hayatı ve korkuları ile nasıl yüzleştiğini ele alan ilham verici röportajı buradan okuyabilirsiniz.
BİR DEFENDER TUTKUNUNUN HİKAYESİ

BİR DEFENDER TUTKUNUNUN HİKAYESİ

Serkan yalnız, fotoğrafçı-yönetmen ve profesyonel dağ bisikleti sporcusu. Ama en büyük tutkularından biri defender. 1998 model defender’ının yapım hikâyesi de bu tutkunun kodlarını açıklıyor.